28 Şubat 2025 Cuma

A'mâk-ı Hayal (Hayal Diyarında) kitabının özeti

  

 

 

 

A'mâk-ı Hayal 

(Hayal Diyarında) kitabının özeti

 

Kitabın Yazarı: Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi

  

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1914)

  Kitabın yazarıdır.XIX. Yy sonlarına doğru ve 20. yüzyılın başlarında eserler vermiş önemli bir Türk düşünür, yazar, şair ve devlet adamıdır. 1865 yılında Filibe (Bulgaristan’da bir şehir)’de doğmuş, bu nedenle "Filibeli" lakabını almıştır. Türk edebiyatında özellikle felsefi ve psikolojik yönleriyle dikkat çeker.

   Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yetişmiş aydınlarından birisidir. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi( Galatasaray Lisesi)’nden mezuniyetini takiben Posta ve Telgraf Nezareti (bakanlık) ve Düyun-ı Umumiyye Nezareti’nde(Genel Borçlar İdaresi) çalıştı. Beyrut’ta bulunduğu sıralarda Jön Türk(Genç Osmanlılar) hareketi ile irtibata geçti ve Mısır’a kaçtı. Burada devrin yönetimine muhalif yayınlar yaptığı için İstanbul’a dönüşünde tutuklanarak 1901 yılında II. Abdülhamit (saltanatı, 1876-1908) tarafından Fizan’a sürgün edildi.     

  Sürgünde iken kendisini geliştirip yetiştirmiş ve büyük bir değişim geçirmiştir. Filibeli, Fizan (Kuzey Afrika’da günümüzde Libya’nın güneyinde Osmanlı zamanında sürgün yeri olarak kullanılan bir yer) sürgününde iken tanıdığı Arûsiyye tarîkatına, mensuplarının hallerinden de etkilenerek bu tarikata intisab etmiş (katılmış) ve bu tarîkatta şeyhlik mertebesine kadar ulaşmıştır. Nitekim tarîkatı İstanbul’a ilk getiren ve burada matbuat yoluyla ilk tanıtan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’dir.

  Sürgün sonrası neşrettiği gazete ve dergilerle, kaleme aldığı makale ve kitaplarla önemli bir fikir adamı olduğunu ortaya koymuş ve haklı bir şöhret kazanmıştır.  . II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yeniden İstanbul’a döndü. Bir müddet Darülfünun’da felsefe müderrisliği yaptı. Siyasi, felsefi ve fikrî yazılarıyla II. Meşrutiyet sonrası İstanbul basınında önemli bir figür hâlini aldı.

 

Yazarın bazı eserleri

ü Roman: Öksüz Turgut (1908), A’mak-ı Hayal (1908).

ü Tiyatro: Vay Kız Bekçiyi Seviyor (1908), İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedainin Ölümü (1908).

ü İnceleme-Araştırma: Senusiler ve On Üçüncü Asrın En Büyük Mütefekkir-i İslamisi Seyyid Muhammed es-Senusi (1907), Tarih-i İslam (1908), Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? (1911)

 

KİTAP ÖZETİ

 

A'mâk-ı Hayal (Hayal Diyarında)’e Dalmak: (sayfa 9-18) Bu kısımda eser ve Raci hakkında genel bilgiler verilmektedir.

ü Aslında iki kitaptan oluşan romanın ilk kısmı Necat adlı gazetede 1909’da yayımlanmaya başlanmıştır.  Bu gazetenin ömrü sekiz sayı sürdüğü için yayım da yarıda kalır. Filibeli Hikmet adlı haftalık dergi çıkarınca bu derginin eki olarak yayımlanmaya devam edildi. Yine 1909’da roman tek başına da basılır. Roma’nın alt başlığı “Birinci Kitap: Raci’nin Hatıraları”dır. Roma’nın ikinci kısmı siyasi ve ekonomik durumlar nedeniyle haftalık çıkarılan Hikmet dergisi bazen de günlük de gazate gibi çıkarmaya başlamıştır. İkinci kitabın yayımı 1912’de günlük Hikmet’te 18. sayıdan 46. sayıya kadar 14 parça halinde yayımlansa da dergi muhtemelen kapanmış olduğu veya sayılar elimize ulaşmadığı  için sonraki kısımlar yoktur.

ü Kitabın yayımlanmış bir nüshası 1925 (Rumi 1341yılı)  “Halk Kütüphanesi Sahibi Abdülaziz” tarafından “Necm-i İstikbal Matbaası”nda basılmıştır.  Ancak bu nüsha yazarın onayından geçmemiş, dizgi hataları ve yanlışlıkları olan bir basımdır.

ü Kitabın özetini çıkarırken kitabı hazırlayan Fatih Altuğ, bu yanlışlıkları düzeltmeye çalışmıştır: Yazarın ölümünden önce yayımlanmış veya yazarın onayının alındığı kısımları esas almıştır.  Kitabın 1925 tarihli basımının ilk defa sunulan kısımlarında onları esas almıştır. Kitabın ilk kısmı için “Ahmet Şafi Bey Matbaası”nda basılmış olan ilk baskısını kullanmıştır. İkinci kısmı için Hikmet’teki kısımlar esas alır. Ancak bununla birlikte diğer kısımlar 1925 tarihli basımdaki hatalar düzeltilmeye çalışılarak düzenlenmiştir.Fatih Altuğ, 1925 basımındaki “Dokuzuncu Hayal” olan “Zincir-i  Murassa Nasib-i Alem” bölümünde hatalar vardır. Yine bu bölümde “Say’ü Ceza” ve “Zincir-i Murassa” bölümleri iç içe geçmiş olduğu için bu kısımları kitabın sonuna koymuştur.

ü Fatih Altuğ’un esas aldığı metinleri Latin harflerine aktarırken metnin orijinaline sadık kalmaya çalışarak okur açısından daha anlaşılır olması için bazı metotlar da takip etmiştir. Uzun paragrafları anlam bütünlüğü dikkate alınarak bölmüştür. Konuşma diyaloglarını konuşma çizgileri ile daha belli hale getirmiştir. İmla bakımından TDK ve kendi yayınevi olan Turkuaz yayınlarının geleneklerine bağlı kaldığı yazmıştır. Sadece harf ve kelimelere değil saatler ve paralar vb günümüz değerlerine uygun olarak uyarlandı. Eserde yoğun İslami ve tasavvuf göndermeleri ve diğer inançlara dair gödermeler de vardır.  Bunlara notlar eklenmiştir.

ü Fatih Altuğ; kitabın ikinci kısmındaki Abdülaziz(Halk Kütüphanesi Sahibi Abdülaziz) baskısındaki hatalar olduğu için takip kolaylığını sağlamak için bazı yayınevlerinin nüshalarına başvurmuştur:

i. N. Ahmet Özalp’in bölüm adlandırmalarını takip etmiştir. (Büyüyenay Yayınları,2016)

ii. Ali Yıldız’ın çalışması (Kaktüs Yayınları, 2014)

iii. Mustafa Aksu ve Muhammet Mahmut Bakır’ın çalışmaları (01 Yayınları,2018) Özellikle bu çalışmada eserin Arap ve Latin harfli versiyonları birlikte incelenmiştir.

İkinci Meşrutiyet sonrasında Osmanlı edebiyatında yayın bolluğu yaşanır. 1908-1913 arasında basılan kitap sayısı XIX. yy basılan kitap sayısından fazladır. Kitabımız ve yazarımız dönemin ürünü olmakla birlikte onların eğilimlerinden farklılaşmaktadır.

Araba Sevdası (Recaizade Ekrem) ve Mai ve Siyah(Halid Ziya Uşaklıgil)) bireyin iç dünyasını duygu alemlerini-zihinsel koşullarını bilinç akışı, iç çözümleme gibi anlatım teknikleriyle anlatılan metinlerdir.  A'mâk-ı Hayalde Osmanlı romanının denemediği iç tecrübe anlatısı vardır. Yıkım sürecine giren hakikate inanmayı reddeden Raci’nin olgunlaşması takip edilir. Bu anlamda bu eser bir çeşit bildungsroman (oluşum romanı)’dır. Raci’nin içsel tecrübesi, krizi akılla deliliğin kıyısında ilerleyere k, çoklukla bu sınırı ihlal eder. Raci, psikolojik krizi, tasavvufi pratik aracılığı ile dönüşür/atlatır. Aynalı  Baba ve Raci ilişkisi aracılığıyla bir fincan kahvenin dolayımıyla gerçekleşen hayali yolculuklar tasavvufi söylemle imgeler.  Tasavvufi  söylem ile romanların terkibinin benzerlerini 1930’lardan sonra Safiye Erol, Semiha Cemal, Samiha Ayverdi’nin romanlarında da vardır.

Eserin dikkat çeken özelliklerinden biri de parçalılıktır. Kitap parça parça yayımlandığı için farklı kısımları vardır.  Birinci kitap; dokuz bölümden oluşur. Daha fazla parça bulunduran ikinci kitap; Raci’nin Manisa Akıl Hastanesi günleri, Raci ve Sami’nin mektuplaşması, Raci’nin hastane gözlemlerini içeren hikayeler vardır. Yine aynı kısımda “yeni bir manzume-i hayalat” başlığı ile Raci’ni  hayalleri tek türlü olmayıp epigraflar ve şiirlerle birliktedir. Eser kadar eserin kahramanı Raci de parçalanmıştır. Aynalı Baba’nın rehberliğindeki yolculuğunda hakikatin yönünü deneyimler. Raci; küfürle imandan, ikarar ile inkardan, onay ile şüpheden oluşmuş bir durumdadır. Bu eser aynı zamanda 1980 sonrası Türk edebiyatının öncüsü de görülebilir.

Kahramanımızın yolculuğunda  Aynalı Baba ile tasavvufi söylemler vardır. Başka gerçekliğe de değinir. Mecusilik, Budizm, Brahmanizm, Eski Yunan felsefe ve mitolojisine değinir. Bu durum da yenidir yani Asya merkezli inançların eserde değinir. Eserde; İslami edebiyat metinlerinde geçen Kaf Dağı, Cablisa, Cablika gibi yerlere ardından yirminci yüzyıl Osmanlı şehirlerine de değinir. Eserde makrokozmosa (insan hayal ürünü dünya) ve mikrokosmosa (küçük dünya)  değinme de vardır; Kaf Dağı’na Simurg’la yolculuk ve karınca alemine de geçilmiştir. Raci; delilikle velilik arasında gelgitler arasında olup akıl hastaesinde delilerin hikayelerine yer vermiştir. İkinci kitap daha çok toplumsaldır.

 

Bir Kaç Söz (sayfa 19) Kitap asıl olarak bu kısımdan başlamaktadır.

Bu kitabı der yazar, hakikat endişesi taşıyan vicdanlar, sonla ilgilenen insanlar zevkle okurlar. Bir asırdır Raci’ler yetişmektedir.  Hikmet okurlarına okumalarını tavsiye ederim.

Birinci Kitap

Aynalı Baba ile Mülâkat (Karşılaşma)  sayda 23-42

 ? (yazmıyor) şehri Osmanlı’nın en büyük ve en güzel şehirlerinden biri olup belli süredir orada oturuyordum. Hükümet konağı ile evim arasında köhne evler, virane sokaklar vb yanında evime yakın bir mezarlık vardı. Mezarlığı tarif ettikten sonra kapısının sonradan tahta parçasıdır.  Mezar taşlarının yazıları hem çok güzel yazılmış hem de bu yazılar önemli şiir ve edebiyat şaheserleri sayılırdı. Mezartaşlarının kavukları ilginç olup buradaki ağaçlar da asırlıktı. Buradan geçerken mezarlığın ortasından geçmeyi düşünüyordu.  Ancak gençlerin değerli zamanlarını mezarlıkta geçirdikleri vuku bulmazdı.  İyi bir eğitim aldım. Diğer gençler okuldan mezun olur olmaz bilgilerini unuturken ben bilgilerimi artırmaya devam ettim. Zahir (görünür) hem de batıni (iç alem) bilgilerimi artırdım.  Bu böyle giderken hayret ederek karşık duygulara kapıldığı fark ettim. Küfür ile imandan, ikarar(kabul) ile inkardan, şüpheden (reyb) oluşmuş (mürekkeb) idim. Kalben inkar ettiğimi aklen onaylardım. Reyb (şüphe) denilen ejderha vücudumu sarmıştı. Şüphe kesin bilginin düşmanıdır. Söz konusu şüpheden kurtulmam için tekrardan bilgilerimi artırmaya çalıştım. “?” şehrinde İspirit (ruh) cemiyeti adlı garip bir ilim topluluğu vardır.  Bu kuruluş ruhun varlığın inanmakla birlikte bunları ispat etmek için geliştirdikleri kanıtlar hayal gücünden oluşuyordu.  Bu cemiyet manyetizm ile yani beyinde olduğu düşünülen elektrik gücünü kullanarak karşıdakine etki etmeyi umuyorlardı. (Aslında Filibeli burada isipiritizmacı fikirleri eleştirmektedir.)   Yeni öğrendiklerim şüpheyi güçlendiriyor.  Arkadaşlarım eğlence ve çapkınlığa düşkün olsalar da rezil olarak görülmemeli iyi eğitimlilerdi, biraz kayıtsızdılar sadece. Bu arkadaşlarım dini mitoloji olarak görürler. Dine mesafelilerdi ancak Ramazan geldi mi dini bütün görünürlerdi. Kandillerde Kur’an dinlerler, ancak Ramazan geçti mi eski hallerine dönerlerdi. Bir gün şehre bağlı “?” kasabasına arkadaşlarla gitmeye karar verdik. Orada temin edemeyeceğimiz ihtiyaçlarımızı alıp trene bindik. “?” şehrinin civarının doğası çok güzeldi. Arkadaşlar neşe içindeyken bende hüzün vardı.  İnsan geçici değil midir? Bu dünya bizim geçici yerimizdi. Nereye gitmekteyiz? Akıl ve bilim bunlara cevap vermiyordu. Doğaya baktım, ışık gitti karanlık çöktü.  Kuş ötüşleri çimlerin yeşilliği ışık oyunuydu sanki.  Birden karşıma Buda Gautama Şakyamuni (Buda, MÖ 6. veya 5. yy Hindistanda yaşadığı düşünülen din adamı)gelir. Yine neyin var diye sorar. Ben hiç cevabını verdim.  Arkadaşlardan biri ilacı unuttuk derken “?” kasabasına ulaştık. Bu kasabada evler birbirinden uzak aralarından dereler geçerdi. Bana kalsa burayı önemli yerleşim yeri yapardım. Meyve ve gülleri boldu bu kasabanın. Kasabada bir dostumuz bizi karşıladı onun evinde kaldıktan sonra sabahleyin “subaşı” denilen  mevkiye akarsuların olduğu yere geldik. Burada iki kişi vardı. Pejmürde (eski püskü) kılıklı olan bu kişiler bize önem vermediler, selamımızı bile almadılar.  Bu pejmürde haldeki kişilerin (ben onları deli gibi düşündüm )yanına düşmüşüm onlar konuşup ben dinliyordum. Yaşı büyük olan kişi diğerinin sorularını cevaplamaktaydı. Yaşı büyük deli konuşuyordu, hiçle hep aynıdır deyince nasıl diye sordum, o da benim varlığımı farketti.  Acaba var mısın, der. Ruh nedir? Ruh ayrıldığında nerde olacaktır?  Ben varım ancak hiçim. Vücudum ise mutlaka vardır.  Yaşlı deli bana cevap vermez bu hayvan bizi zikrimizden ediyor der ve giderler. İlginç en iyi eğitim alan bana pejmürde kılıklı hayvan diyordu.  Bu kasabada 3 gün kaldık, arkadaşların şikayetine rağmen akıl sağlığı yerinde olmayacak şekilde geçirdim.  Geri dönerken arkadaşım benle konuşmaya çalıştıysa da cevap vermedim. Ben var mıyım? sorusuna rakı getirin Raci çıldırmak üzere dediler. Geri dönüşümüzün ikinci gününde mezarlık kapısının açık olduğunu görerek içeri girmeye yeltenirken yırtık pırtık elbiselerle yeşil takkeli, gökkuşağı renklerinde yamaları ile  biri çıkarak bana safa geldiniz der.  Davet ettiği kulübeye girip oturdum, cezvede kahve pişirmeye başladığı sırada bana adımı sordu.Nasılsınız, adınız nedir? Cevap verdim. İyiyim, Ahmet Raci dedim. Raci adının insan anlamına geldiğini ifade etti. Ben onun adını sordum adımın çok olduğunu ancak bana Âdem Baba diyebilirsin der. Siz dedim olgun (kâmil) kişilerden olduğunuz halde niye bu kılıklasınız.  Kahveyi fincanlara doldururken herkes süse meraklı olsa da ben bu elbiselerden memnunum der. Cevabını mantıklı görmediğimi söyleyince boynuma boyunbağı yularını mı takayım, külhıma taktığım aynalar daha parlak ve bana mantıklı geliyor dedi.  Ona “Aynalı dede (baba)” ismini vererek bilgisinden faydalanmaya çalıştım, elini öpmek istedim. El öpmek niye, okuduğun kitaplar yetmedi galiba diye devam etti.  Yorucu varsayımları bırakıp sohbet edelim der.  

 

Birinci Gün (Zirve-i Hiçî) sayfa 43-59 (Buda’ya atfedilen söz; Nirvana, Nirvana olması gerekirken orijinal metinde yanlış olarak Niburna, Niyurna geçer)

Kahveleri içtikten sonra ney üfledi. Çok güzel sesi vardı. Hüzünlenmemde belki de kahvenin de etkisi vardı. Bir gazel okur: “Burada yaşamın geçici olduğunu,dünyanın sultan Süleymana ve İskender’e bile kalmadığı”nı vurgular. Gözlerimden yaşlar akar. Tekrar neye üfledi. Gazele devam etti; “açgözlülüğe kapılma, Allah’ı bilenlerle sohbet et, dünyanın geçiciliğine kanılmama”sı gerektiğini söyler. Bayılma derecesine geldim. “Dünya zevklerine kanmaz kâmil insanlar”. Kendimi garip ve hayalin derinliklerinde hissettim. Hayal aleminde giderken cismini görmediğim arkadaşım bana eşlik ediyordu. Saatlerce yürüdük ben soruyorum o cevaplıyordu. Nereye gittiğimizi sordum, Hindistan-Zirve-i Hiçî’ye gidiyoruz. Çok yüksek bir dağa geldik. Kulübede bir genç karşıladı. Arkadaşım gence rehberim olmasını söyledi. Genç buraya herkesin gelemeyeceğini söyler. Kulübeye götürdü. Hürmet ettiğim bu zat  Buda Gautama Şakyamuni (Buda) idi. İnsanlığın önemli kişilerindendir.  Elini öpmeme izin vermedi. Bir saraya doğru giderken yolun güzel olduğu anlatılıyor. Bir sarau veya köşke vardık. Burada çeşit çeşit yemekler vardı. Aç olduğum halde Buda, yemek yersem kendisiyle devam edemeyeceğimi söyleyince yemek yemedim.  Bir köle yemediniz bari bir şey için kase içinde su, şerbet ve şarap ikram etti. Elime şarap kasesini alıp içmeye çalışınca Buda bu kaseyi içmeye izin vermedi. Bu sırada davudi sesle (çok güzel ses) ancak makbul olmayan şekilde “yürü başıboş insan,seni zevkler engellemesin, yürü ki kavuşma kadehine ulaşasın” Gecemizi çimlerin üzerinde geçirdik. Sabahtan yürümeye başladık öğlene doğru çok güzel  bir saraya ulaşmaya  beş veya on adım kaldı birden kapısı açıldı. Buradan çok kişi kayıp düşer. Ancak sebat ve mertliği sağlam olanlar geçebilirdi.  Yoldan geçmeyi başardım güzel cariyeler karşıladı beni. Cariyeler beni hamamda yıkadıktan sonra sofra kurularak lezzetli yemekler ikram edildi. Sarayın üst katına çıkardılar. Çok güzel bir cariyeye sarıldığımı zannederken çok çirkin birine sarılıyormuşum. Sonunda kurtardım kendimi. Az önceki güzel cariyeler hilkat garibelerine dönmüş peşimden koşuyorlardı. Çimenler de yoktu dikenler vardı. Sonra aklıma geldi Buda kapıda bekleyecekti, Buda da yoktu aşağı inmeye karar verdim, bir meydana ulaştım. Buda’yı gördüm. Heybetli şekilde kıymetli mücevherlerle bezeli elbiselerle tahta oturmuştu. Bana dedi ki kadın düşkünü, sözünde durmadın, istenen noktaya ulaşmadın,Zirve-i Hiçî’ye varmadın, mutlak kavuşmaya varmadın, inanların öncüsü değilsin, buradan git. Çevremde her şey hızlı bir şekilde aşağı akmaya başladı. Uçurum kenarına kadar düştüm, gözlerimi açtığımda Aynalı Baba vardı karşımda.  Aramızdaki macerayı kimseye anlatmayacağıma dair söz verdim.

 

İkinci Gün sayfa 60-85 (Zerdüş’te atfedilen söz; Ya nur, ya nur,zulümatı nur et)

 Mezarlıktan çıkıp eve gittim.  Annem aklı başımda olmamama şaşkındı. Erken uyudum. Sabah çarşıya giderek kap kacak bir şeyler aldım. Mezarlığa gittim. Aynalı dede yine kahve pişiriyordu. Neyi üfledi sonra şu anlama gelen sözler söyledi: “ Olanlar oldu Havva ve Âdem de kalmadı, aklın var. Geçmişi an, eelemlere hayıflanma, soru soran dilenciye gelecek derdi verir, hayatta vefa yok, her günü dertli, heba etme hayatı, Belh sultanım iken derviş olan Edhem  muradına ermiş”

Birdenbire kendimi Belh şehrinde buldum, evde bir kadın varmış bu benim eşimmiş, Farsça (veya Sankritçe) geç kalıyorsun elbiselerini giyin de bayrama yetişesin. Yemekten sonra elbiselerimi giydim, sivri külahımı takıp sokağa çıktım. Kalabalığa  uydum. Sahranın ortasında genişçe çadır var. Yanımdakine sordum, cevap verdi. Bugünden itibaren 40 gün bayram var. Şimdi davetçilerZerdüşt’ün huzuruna gidecekler ona kelime-i hakkı söylerse mutluluk çizgisi çekilir kim söyleyemezse bundan mahrum kalır. Ben bir şey bilmediğim için eve geri dönmeyi düşündüysem de bana cevap veren alnına “şikayet satırı” yazılır diyince kalmaya karar verdim. Düzenle çadıra girilmeye başlandı.  Ben bir saat sonra çadırın kapısındaydım.  Kapıcılar beni içeri aldılar. Zerdüşt yüksekçe bir tahta altın tacı başında olduğu halde oturmaktaydı. Etrafında da kırka yakın sahibi bulunuyordu. Cehaletimin affı için dua ettim. Zerdüşt sordu nerden gelirsin? Yaptıklarından sorulmayan Allah’tan geldim. Sordu, Niçin gönderildin? Ahuramazda (Mecusiliğin aydınlık, iyilik tanrısı İslam kaynaklarında, Hürmüz) ile Zulümatı (karanlık) ayırmak için. Sordu, Nuru ve zulümatı nedir? Nuru Hürmüz, zulümatı Ehrimen’dir.  Sordu, hangisi galiptir? İkisi de eşittir. Sordu, keşmekeş nedir,sonu ne olacak?   Hürmüz alip olacak her yer aydınlanacak. Sordu, sonra ne olacak Hürmüz hep ben diyecek. Sordu, sen kimsin? Ben Hürmüz’ünüm. Zerdüşt beni tebrik etti. Alnımda yemyeşil bir yazı belirdi. Geri dönüşte herkes saygısından yol açtı tepelere gittim. Rehberim beni odaya getirerek savaşa hazırlan, iyi olup olmadığımı test eder. Silahlardan bir takım aldım, uçuştan sonra heybetli bir dağ olan “Cebel-i Fark” a ulaştık.  Dağın eteğinde biraz kaldıktan sonra tepeye doğru uçtuk.  Dağın tepesinin bir kısmı karanlık diğeri parlak aydınlıktı.İkisi arasında boşluk vardı.   Mahşer kalabalıklığı vardı. Zulümatın tahtında çirkin suretiyle Ehrimen, Nur (aydınlık) tahtında Hürmüz bulunmaktaydı.  Hürmüz konuştu. Ey insanlar size türlü nimetler verdim, siz Ehrimene yakınlaştınız,ruh iken ölüye karıştınız, ey insanlar aydınlık olan benim bana gelin, ben olun. Ahlaklı olun, Allah’a inanın, kin nefret etmeyin, birinin hakkına girmeyin,  karanlığın sıfatından kaçının, tabiatın gereğini yapınız.  Aşağılık bir zevk için insanı telef etmeyin. Herkes birbirinin düşmanıdır. Koyun otu yiyor siz de koyunu yiyorsunuz. İnsan kanunlarına uymayın. Ey insanlar, Ehrimen denilen ifriti (bir çeşit cin) dinlemeyin. Şehvet hayvana özgü içgüdüdür.  Bu sefer Ehrimen konuştu. Hürmüz’e inanmayın, sizi zevklerinizden etmek istiyor. Savaş başladı. Mübariz denilen ön savaşçılardan iki taraf da galip geliyordu. İlerleyen günlerde savaşı Hürmüz tarafı kazanmaya başladı. Ehrimen’in tarafında Nifak adında ölümsüz cadısı bağırdı. Karşıma çıkacak cesarette olan var mıdır? Buna karşı çıkabilecek sadece Muhabbet Pehlivan ( Hürmüz’ün meleklerinden biri) vardı. Beni bilen bilsin bilmeyen öğrensin der. Ilk iki gün birbirlerini yenemediler. Üçüncü günde cadı yere serildi. Ehrimen taraında bu sefer bir Gazap Pehlivan (Aeshma, Türkçemizdeki Hışım kelimesinin kökü burdan geliyor) dev karşı çıktı. Bu Hürmüz tarafındaki Muhabbet Pehlivan’ı öldürüp dişleriyle parça parça etti. Savaş otuz sekiz gündür devam ediyordu. Gazap Pehlivan’ı da kimse alt edememişti. Bu sefer durum kötüydü Ehrimen kazanacak gibiydi. Hürmüz’ün veziri Salah, Gazap Pehlivan’ı ancak Hikmet Pehlivan yenebilirdi der. Hürmüz de emretti. Hikmet Pehlivan (Mecusilikte Hürmüz’ün baş meleklerinden biri Vahu Manah iyi düşünce /zihin anlamında olup Hikmetle ilişkilendirilmiştir) , Gazap’ın karşısına çıkacaktı. Ancak kimdir diye biliyor musun dediler, bilmiyorum dedim, sen dediler. Kendimde azim ve kuvvet hissettim.  Gübeşin doğuşuyla/sabaha karçı hazırdım, bana dua ettiler. Gazap meydanda kim olduğumu sordu. Adımı söyledim,senin gibi biçare (çaresiz) benim gibi bir şîr-i jiyan (kükreyen aslan) ile mücadele ederbilir mi? Senin kanını dökemem demesi zoruma gitti. Arsız canavar dedim sen beni ne zaman yendin ki, galip olmasam gönderilmezdim. Bana saldırınca çeviklikle kendimi sağlama almaya çalıştım ona bir zarar da veremedim. Sonraki gün elimden kim kurataracak dedi, başında ne var diye sordum, elini başına götürünce zırhsız koltuğunun altından kalbine doğru kılıcı sapladım, Ehrimen tarafı bağırdı hile yapıldı. Bu sefer yüzü örtülü bir fil üzerinde pehlivan çıktı karşıma çıktı. Hürmüz üzüntüden başını eğdi. Bu örtülü pehlivan, gücümü inkar eden gafiller Nefs-i Emmare’yim ( Tasavvufta nefsin yedi mertebesinden insana günahları emreden ilk aşaması olup Mecusilikte Ehrimen’in yardımcısı devlerden Andar ile temsil edilir) mağlup etmediğim kimse yoktur. Beş bin şekil alır, bin silaha sahibim. Bana karşı da miskin isteğinle teslim ol seni hizmetime alayım der.  Sana karşı helak edici, düşmanlık, kin, şehvet gibi silahlarım var, senin darbelerin bana işlemez.  Bana vurmayı kendine hakaret gördüğü için girişimde bulunmadı.  Onu vuracaktım ki örtüsünü açtı güzelliğinden kılıcı düşürdüm beni öldürmeyip esir etti. Ehrimen galip gelmişti, Hürmüz medet (yardım)dedi. O sırada dört ayaklı ejderhaya binmiş bir pehlivan gelir.Şöyle söyler “ben oyum, karşı konulmaz gücüme, evren önümde titrer, her cana egemenim”. Adı Aşk olan bu pehlivan bize yaklaşmakla zulümat tarafı zayıflıyordu. Emmare onun önünde diz çöktü, sana secde ediyorum dedi. Aşk beni azat etti. Geldi Hürmüz’ün önünde secde etti. Sana selam olunsun, sana ki zulümatın kadri seninle bilindi.  Ehrimen’e de selam olsun dedi, kadr-i nur seninle bilindi. Alem askisine döndü, kürenin yarısı nurani (aydınlık) yarısı zulümat (karanlık) oldu. Hürmüz’ün elini öptüm, yüzüne bakınca Aynalı’nın yüzünü gördüm.

 

Üçüncü Gün (Devr-i Daim) s.86-95 (Şazeli: Ey daima var olan , mutlak zaman, ya evvel (ilk), ya ahir (son) , ya zahir (açık olan), ya batın ( saklı) kulun Zekarya’nın nidasını duyduğun gibi duy)

 Güneşin altın sarısı gibi parladığı vakitte kalkacağım sırada odamın kapısı açıldı. Cariye, babamın beni beklediğini söyledi onu görmeye gittim, babam 110 yaşında ve Sankritçe konuşuyordu. Yaşımın 12 olduğunu beni büyük üstada götüreceğini, düğün yapacağını düğünde benim hizmet edeceğimi ekledi. Kalfam seksen yaşındaydı. Erkenden dördüncü gün yola çıktık, rehberim merkepte(eşek) önde bense yaya yürüyordum. İlk günlerde yoruldum, Alıştım sonraları bir kulübenin önünde durduk. İçeri girdik, doğuya yönelterek ey Brahma (Hintlerdeki kutsal varlık) ey yüce varlığın derecelerini ruhun aşamlarını göster diye dua etti. Her yer karanlık sadece önümdeki çanaktaki su parlaktı. Şöyle sözler işittim: “Ey misafir,olayların sırrı birlik anında sınır, her ne desen odur/Evrendeki boşlukları dolduran görülmeyen ve ağırlığı olmayan cevher/Güneş,ay, yağmur, bulut, ateş,  parlak yıldız, gece ve seher, taş, bitkiler, karınca, aslan, ruh, ceset, hayat ve ölüm/ mutlak iken nokta olur” Parlaklık gitmeye başladı, sonsuz bir şey görmüştüm sanki, kendimde bir yoğunluk ve yorgunluk hissettim, bu sırada İsrafil’e öggü ezanı duydum ( Allah büyüktür/ Vücutsuz varlığın sırrı/ Bilindik ama bilinmezsiz/Aşikarsın  ama görünmezsin) . Sanki asırlar geçti, sanki gözümü kapadım, avucuma sığacak kadar küçük bir âlem görüyorum, ne kadar süre geçmişti bilemem,  kendimi hayvanların vücudunda buldum.  Bu bedenlerin bazıları suda bazısı karada, bazısı gözle görünmeyecek kadar küçüktü.  Bu alem adeta bir savaş alanıydı. Durumuma şükrettim. “Ey melekler baş eğin hep Âdem’e diyerek yaratılanların en şereflisinin insan olduğunu vurgular.

 

Dördüncü Gün (Meydan-ı İmtihan, Bilenlerin Toplanma yeri) s.95-105 (Eksiklikleri olmayan, seni bilemedik )

 Geçmişte olduğu gibi Aynalı’nın yerinde kendimi buldum. Mezarlığın en ücra köşesine götürerek bir mezar taşı gösterdi. Mezartaşındaki kavuğu göstererek zamanının ünlü alimlerden olduğunu ondan istifade etmemi önerdi.  Söylediyi üzere mezaraın üzerine uzanarak ney sesinden de etkilenerek kendimi bir yatakta gördüm.  Oda karanlıktı. Nerdeyim diye düşünürken kapı açıldı. Kalktın mı oğlum diye sordu. Ben babam mısın diye sorunca cinler oğluma musallat oldu diye düşündü.  Başım belaya girmesin diye şaka yaptığımı söyledim. İçeri karanlık dedim deli misin dedi, aydınlık ya, belki dedim güneş ışığı engelleniyordur deyince güneşe perde çekilir mi dedi. Bir çok akrabamı çağırdılar delirip delirmediğimi kontrol için toplanmışlar. Cebimdeki kibritin bir tanesi yaktım adamlara baktım gözleri yoktu. Akrabalarımın dört ayak üzerinde zıpladığını gördüm, babalığımın elimi öptüğünü gördüm. Seni bin yıldır bekliyoruz kırmızı şeytanlara haber verip elini öpsünler dedi. Bir şey yiyecekken ülkenin bütün yöneticileri eve toplaşmıştı. “Beyaz ifritin Sarı Şeytanı Hazretleri” ünvanı vermişlerdi.  Yüzlerce hizmetçi emrime verilmişti.  Aslında bunlar tam kör de değillerdi. Sanatları gelişmişti. Mekteplerinde alimleri de vardı. Mektep müdürü çok sevinmişti. Hakikatin ancak sarı şeytanda bulunabileceğini (ben de onun zuhurunu temsil ediyormuşum) söyleyip öğrencileri imtihana başladı. Bibi namındaki zeki öğrenciye soruldu, alemlerin yaratılışı nasıldır? Bir çok sene önce Tata adlı alimin söylediğine göre on beş bin sene önce beyaz ifrit altın semada mor şeytanlarla oturuyordu. Biri itiraz etti. Üç bin senedir yanlış söylüyorsunuz mor değil açık maviydi.  Müdür şimdi imtihan vaktidir, itiraz vakti değildir.  Öğrenci devam eder, mor şeytanlar beyaz ifrite itaatkar ama zeki olmadıkları için zeki olan varlık yaratmayı düşündü. Altın semada sekiz köşeli meydan yaptı. Uzaya tükürerek deniz oldu,n meydanı denizin üstüne koydu. İşte bu bizim alemimizdir. Deniz suyu dondu, buzla doldu, bir kazan yaparak nefesiyle kaynattı alem ısındı, mor şeytanları yontarak meydana salıverdi, işte bunlar atalarımız oldu.  İtirazlar yine geldi, kazan,kazan; bu kazanlar kaç kulplu yine aynı, bu nedenle padişahın uygun görmesiyle imtihanlar ertelendi.

 Bir hafta sonra kandille süslenen büyük meydanda meclis kurulur. Ulema (ilimle uğraşan) iki kısma ayrılmışlardı.  Birinci kısımdakiler Tantan’ın başkanlığında yenilikçiler yani itirazcı grup var.  Diğer grup fakihlerin  (bilen) başı olan Tonton’un liderliğini yaptığı gruptu. Tonton, söz aldı, şimdi itirazlarını sarı şeytanın huzurunda getir . Tantan konuşur, ben size her konuda itiraz etmiyorum, siz araştırmıyorsunuz. Örneğin Beyaz İfrit’in (kötü cin) yanındaki şeytanlara mor diyorsunuz. Başta böyle olsa da zamanla rengi açılmış ve maviye çalmıştır, kazanın kaç kulpu vardır, sorusuna da cevap gelmez. Size söyleyeyim der 768,5 kulbu var.  Ben kahkalarla gülmeyince halk Tantan’ın haklı olduğuna ikna olmaya başladığı sırada ibadet başlar ve karşımda yine Aynalı vardı.

 

Beşinci Gün (Saha-i Azamet, Yücelik alanı) s.105-118 (Girişinde Bakara suresinin 255. ayeti Ayet’ül kürsi’nin başı ve sonu yer alıyor )

Hava bulutlu ve serinken uykudan yeni uyanmışken kendimi Ayasofya camiinin müezzini (ezan okuyan) olarak gördüm, tam minareye çıktım ezanı okuyacaktım büyük ve ağır bir kuş pençesiyle beni yakalayıp havalandırdı, sordum sen kimsin dedi ben “ünlü Simurg”um ( Anka kuşu olarak bilinir. Kaf dağının ardında yaşadığı düşünülür, tasavvufta insan-ı kâmil-olgun insan- ile bağlantılıdır) sana zarar vermem sana yaratılmış olan diyarları göstereceğim der. Simurg o kadar büyük bir kuş ki kanatlarında oda var, odalarda dolap var onalrı açtım İngiliz bisküvisi yedim sigara içtim kendime kahve pişirdim. Simurg’un istemesiyle şişekinden biraz içip başka şişedeki sıvıdan gözlerime sürdüm, karanlığın koyuluğuna şahit oldum. Milyonlarca yıldızı gördüm dünyadan o kadar uzaklaştık ki onu bir çakıl taşı gibi gördüm.  Bir çakıl taşı vererek onunla konuşmamı istedi.  Taş sorularıma cevaben şöyle dillendi; “kaderin kapılarını açtın neydin bilmem hesap edilemeyecek meskenlerden vücudum zerreciklerden oluştu. Vücudum dehşet bir gürültüden sonra parçalandı. Bu uzayda dolaştı. Milyonlarca yıl ışık etrafında dolandım, ancak bilmem yakıcı bir yok oluşa mı gidiyorum yoksa başka bir oluşum içine mi gireceğim”. ( Bu taşla konuşmasıyla 1910 yılında Halley kuyruklu yıldızın dünyamıza yaklaştığına gönderme vardır) Yorulmuştum nemli bir hava ve okyanus gibi alem vardı. Merih (Mars)’teyiz, dünyamıza ne kadar benziyor. Burada yaşam varmış, vahşi hayvanlar çeşitlendi zamanla, ancak dünya gibi yönetimler yok burda dedi Simurg. Dürbün vererek bazı hanelere bakmamı istedi, bazı dünya insanlarımıza benzeyenleri gördüm, bizden küçük ve kalabalıktılar. Simurg der ki insan yaratılanların en güzelidir. Tekrar uçmaya başladık yıkılmış alemler gördüm,  bizim Himalaya dağlarına benzeyen bir yere geldik bu ise Müşteri (Jupiter ) gezegeniymiş. Bu güneş sistemimizin sonuymuş, güneşimizin itme ve çekme gücü buralarda bitiyormuş, buralardan sonra bir çok daha güneş sistemleri de bulunmaktaydı.  Sordum alemlerin sonu burası mıydı, zira bir senedir yol almaktaydık, güldü, milyonlarca sistemden ancak birini ve bir tanesinin milyonda birini bile göremedik der. Bu yücelik nedir? Üçüncü dolaptaki şişeden iç ve cesaretlen dedi, şu güneşe bak dedi sizin güneşten binlerce kere daha büyüktür, saygı ve korkuyla titredim, bir ateş denizi vardı sanki, ateş dalgalanmaları vardı, ben bayılmışım ve karşımda yine Aynalı vardı, kahve pişiriyordu.

 

Altıncı Gün (Kaf ve Anka, ) s.118-133 (Taha suresi 5. ayet/ Rahman Arş’a kurulmuştur)

On sekiz yaşında bir Hint padişahının oğluymuşum, bir uğultu duydum, herkes telaşlı bilgelere ve lalama ne olduğunu sorduğumda bölgemize nice zamandır bir yedi başlı yetmiş ayaklı kesilmesi mümkün görünmeyen bir ejderha musallat olmuştu.  Her yedi senede bir gelir ve sorar, kervan nereye gidiyor, yedi kere sorup cevap alamayınca yedişer kız ve erkek kendisine kurban verilirdi. Yedi sene sonra tekrar geleceğim sorumun cevabını Kaf dağındaki Anka’dan öğrenebilirsiniz (Anka kuşunun yaşadığına inanılan erişilmesi imkansız düşünülen yer yüzünü çepeçevre saran bir dağ). Sordum Lalama nedir bu dağ, çeşitli görüşler olmakla birlikte göğe doğru uzanmakta ve kimsenin oraya ulaştığı da duyulmamıştı. Peder beyin yayına giderek Kaf dağına gideceğimi söyledim, itiraz etmedi, halk sevinç duydu. Halkın ileri gelenlerinden birileri Himalayalarda derin bilgi sahibi birinin ikamet ettiğini ve ona başvurmamı söylediler. Vedalaşarak kuzey bölgelerine doğru lalamın oğlu Bahadır’la birlikte yola koyulduk, uzun yoldan sonra bilgeyi bulduk.  Kaf dağının nerde olduğunu bilmiyoruz ancak, yedi ay mesafede Milset harabelerinin orda kuyu var, süslü taşla örtülü bir kapak var açılırsa iple içieri girersiniz,deliği takip ettikten sonra meydana rastlayacaksınız, orda bir saray var saraya girin, saraydaki durumla ilgilenmeden üst kata çıkıp mermer dolap içinde çekmecedekini al kuyuya dön, açık bulursan ipe sarılarak çıkın çıkınca sandık içindeki yazıyı oku.  Vedalaştıktan sonra  Milset harabelerine geldik, kırk gün sonra kuyu açıldı, zaman kaybetmeden tek başıma iple indim, deliği buldum takip ettim, ferahlık veren bahçeye ulaştım, saraya da ulaştım, üst kattaki sandığa ulaşıp kuyuya döndüm. Bahdır’ın yardımıyla kuyudan çıktım, sandığı açıp içindeki levhayı okuduk: “ İki gazel var/ sırrımdan bana hitap ve benden sana cevap diye/ yüce Allah’a övgüler var” . Ancak Anka ve Kaf ile ilgili bir bilgi yoktu. Karar verip doğuya gidip soracaktık, iki yıl dolaştıktan sonra bir yerleşim yerinde tellalin kim Milset harebelerindeki kuyudan levhaları getirirse ona daha önemli levha verilecektir, söylenen kişiye levhayı teslim edip yeni levhayı aldım. Orda özetle “değerli zamanını harcama” diyordu ilgili kişiye sordum  o da dedki bunu Nezara harabelerinde buldum dedi.  Ben de dedi bir alime sormuştum Milset harabelerindeki yazıları bulmalısın dedi, birlikte ona bunu söyleyen kişiye gitmeye karar verdik, Serendip Adası, Adem Tepesi’nde oturuyordu.Sordum bunların sırrı nedir, dedi ki birinci levha Kaf ve Anka’yı bildiriyor, ikinci levha ejderhanın sorusuna cevaptır. Memleketimize gitmeye karar verdik, aradan yedi yıl geçmiş babam yaşlanmış ertesi gün ejderha da gelecekmiş, halk da üzgünmüş, biz yolculuktan tanınmaz haldeydik, Bahadır’ı babam padişahın huzuruna gönderdim yarın ejderhaya cevabı verecek derviş geldi müjdesini verdirdim. Ejderha geldi, kalabalık halkı görünce şaşırdı, benimle mi savaşacaksınız, bizi küçümseyince bir dervişin sorularına cevap vereceğini söyledi. Ejderhanın huzuruna çıktım, ejderha soruma cevap vermezsem yedi yerine yetmişer kadın ve erkek kurban ister, teminatım üzerine kabul edilir, ejderha sorar; “Bu kervan nereye gidiyor?” dedi,cevabım, güzelliğin cezbediciliğin nuruna/aydınlığına gidiyorlar. Cevabın karşısında ejderha çok güzel bir kıza dönüştü ve dedi benim görüntüm böyledir, ifrit beni soracağım soruya doğru cevap verilinceye kadar bu surette görünür kıldı, beni kurtardın için ben senin cariyen oldum, padişah da yaşlandığı ve oğlunun gelmediğini söyleyerek saltanatı bana vermek isteyince benim kim olduğunu söyledim velhasıl padişah ben, vezir olarak da Bahadır seçtim.

 

Yedinci Gün (Umman-ı Azamet ve Girdab-ı Kibriya, Yücelik okyanusu ve Büyüklük girdabı  ) s.135-142 (İlim bir noktadır,Hz Ali)

 

 Aynalı’nın mutluluğunun nedenini sordum berber Hacı Molla’nın Pamuk adındaki kedisi doğum yapmış yedi doğan kediye ad vermede karar veremiyorlarmış, pamuk, beyaz, penbe, ak adları yerine “Zararsız” adı uygun görüldü, doğum için şehir süslenmesi bana garip gelmiş onlar da filan padişahın şehzadesi dünyaya gelince şaşırmıyorsun neden buna şaşırırsın, ki bu şehzade kibirli, sabit fikirli de olabilirdi.  Uykuya dalmışım, tellallerin sesiyle uyandım “Cablisa şehrine kervan gidiyor yolcular akşama kadar katılsın”. Coğrafyada böyle bir şehir yokken Taberi Tarihi’nde böyle bir yeri duymuştum. Tavan rengi gümüşten, aynada kendime baktığımda kendimi tek gözlü ve tek kolluydum gördüm, iki ayaklı merkebe binerek kervana yetiştim. Yedi senede şehre ulaşacağımız söylendi. Burası da Cablika şehriydi. (Bu şehir gayb/bilinmeyen ve şehadet alemleri arasında bulunan bir yermiş, iyilerin gideceği yer Câbelka, kötülerin gideceği yer Cabilsa’dır/ bazıları buraları cennet ve cehennem sayarlarken, aslında Cabelk uluhiyyet-tanrısallık aşamasıyken, Cabelsa ise innasın varlığıdır/yine bazılarına göre Cabelka’nın doğu, Cabelsa’nın batıda olduğu düşünülürdü. Taberi Tarihinde Tanrı’nın biri doğuda diğer batıda bı şehirleri yaratması onun kudretindendir,doğudakinin halkı Âd kavmi/Hûd peygamberin halkı, batıdakinin Semud kavmi/Salih peygamberin halkı diye geçer ). Bu şehre gitmek için kadı reisine dilekçe verdik dersiniz dendi bize çünkü orada iki gözlü, kollu ve iki ayaklı olmamız için. Yedi yıl süren yolculuktan sonra ulaştık. Burası ikamet edilen yerlerin sonundaydı. Tecelli şelalesini seyrettik, şelaledeki su fındık tanesi gibi küçük bir yere düşüp gözden kayboluyordu. Sesli hayrablığımı duyan rehber burası Girdab-i Kibriya (Büyüklük girdabı)’da “Hiçi Deresi” imiş. Kendimizden geçmiştik. Bu sefer uzuvlarımız çiftti. Uyandığımda yine Aynalı ney üflüyordu.

 

Sekizinci Gün (Muamma-yı ebedi,Sonsuz bilmece ) s.143-152 (İlimde derinleşmiş olanlar, Al-i İmran suresi 7. ayet)

Kendimi bir Çin’in Nankin eyaletinde bir derslikte bir Çinli olarak gördüm, araştırmalarım Çin’de sonuçlanmadığı için Hind diyarına gittim, bana birini tavsiye erttiler, ve karşımda Brahman’ı buldum, bana sordu sorunun nedir, muamma-yı ebediyi dedim, hangisini, ruhun gerçeğini dedim, ruhu dedi ölüler bilir,ölmeye hazır mısın,evet, ona yaklaştım, nefesini tut ve “om” dedikten sonra halvete götürdüler, akşama kadar om, om deiyerek zikir çektim, zaten yer çok dardı, burada yedi sene kaldım, çok az yemek ve su veriliyordu, yedi seneden sonra beni çıkardılar kendimi garip hissediyordum. Kendimi bir kuvvet gibi görüyorum, onun elini öptüm, herkes bağırıyordu sebebini anladım Brahman’la ben tavanda asılı gibiydik, sordu bildin mi hayır ruhu halen bilmiyorum dedim,  kendinin bir ruh olduğunu anlamadın mı hayır dedim, Brahmen çığlık atıp düşüp öldü, cenazesine sarıldım hafifçe sordu ruhu anladım mı yine hayır diyecektim ki, kapı açılarak seni çağırıyorlar dedi, gittim orada yine Brahman var soru anladın mı, yine hayır, o zaman olmak için olmamak gerekir deyip hayat-ı ebediyeni feda etmen gerek, peki o zaman ruhu anlamaktan ne kazanacağım, hiç dedi, buna rağmen tamam dedim, bak dedi hayatı ebedisini feda eden yedi kişi var sen dedi sekizinci olyorsun, dedi ki Nur dağına git orada sorunun halledilecek,  o yöne doğru giderken yolun ortasında bir bebek gördüm, selam sana dedim ey gönlü endişeli nasıl birisi sordum, ben dedi marifetim, muamma-yı ebediyi anlamak isterim dedim, şartları yerine getirdin mi,  bu da nedir, derken uyandım. Aynalı, Ademle vücudun bir tek şey olduğunu kim ispat edebilir ki dedim, bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler dedi(Bazılarına göre Brahmanizm din sayılır. Buna göre, insan üç aşamadan oluşur, maddi vücut, vücudu nürani ve ruh) .

 

Dokuzuncu Gün (Mahfel-i E’âzım, Büyükler meclisi,toplantısı) s.153-160 (Divan şairi Niyaazi: Yolları ne var ayrı ise hep sana aşık, her birisi bir yol ile gül bahçesine gelirler)

 Aynalı bu gün durgundu, saz çalacağım dedi, Muhyiddin Avdal’ın “Zahit bize tan eyleme, hak ismi okur dilimiz, sakın! Efsane söyleme, hazrete gider yolumuz...” eserini okur. Kendimi bir sarayın önünde buldum, sarayın pencerelerin her birinde inasan var, beşeriyet geldi dedi birisi onayınız varsa gelsin, izin verildi, otur dediler, bende beşeriyen namına rahat edemediğimi, sürekli çalıştığımı, ihtiyaçlarımı gidermek durumunda olduğumu, sefilken intihar etmediğimi söyleyince başkanlarını beklemeye karar verdiler, birisi beni teselli etmeye çalıştı, “yaşam nasıl bir lezzet ki küçüklüğünde ağlama, yetişkinlikte çalışma, yaşlılığında zorluk”. Beşeriyet merhamet edin dedi, yolculuk tiksindirici ve tokgözlü değilsem saadet nedir,  başkan gelir bunun sorununu çözün der, biri (Hali yani Hz İbrahim, ), saadet der çalışmak, kazanmak ve kazancını paylaşmaktır. Diğeri (Kelim yani Hz Musa) nefsini ihtirastan/firavundan korumak, diğeri (Hz Adem) şeytana uymamak, diğeri (Konfüçyüs) tencereye pirinç lezzetini sığdırmaktır, diğeri (Eflatun/Platon) düşünmektir, diğer (Aristotales) mantıktır, diğeri (Zerdüşt) karanlıkta kalmamak, diğeri (Brahma) herkesin zannının tersi,  diğer (Mesih yani Hz İsa) geçmişi unutma, hali hoş görmek, diğeri (Lokman) insanların hasretlerine kavuşması, diğer (Hızır) sonu gelmez arzunun hayaletidir, diğer (Buda) ey beşeriyet yokluğun güzel isimlerindendir, Nirvana

Beşeriyet yorgun şekilde yere düştü,  hangisi hangisi diye düşünürken başkan der ki “hayatı olduğu gibi kabul sıkıntılarına rıza”dır der.Gözlerimi açtığımda yine Aynalı’ya bakındım göremedim notunu gördüm, elvada gün gelir ki yine görüşürüz, akşama kadar ağladım.

 

 

İkinci Kitap

 

Manisa Tımarhabesi s 163-177

 

Sami’den Raci’ye Mektup

 Değerli Raci, hastalanacağını tahmin etmekteyim, ruhsal çöküntü hastalığına (hepetman/avanıklaşma)  hastalığı, bu ne hal  geçmiş günlerimizi düşünüyorum, sen ustam olduğun için daha da üzülüyorum, geçici hayatta ne buldun da hatatı ebediyeti ararsın, filozof/düşünür Taine terbiyeten delirirler, kazara âkil bulundukları dönem kısadır der, yani ebedi hayatı aramazlar, sen ararsın, bilmem bu mektubumu okur musun, bana cevap ver.

Raci’den Samiye Mektup

Sevgili Sami mektubunu aldım, hatrın için hayal diyarımdan çıkarak çukura benzer şu aleme bir kaç dakikalığına geldim, madem dünyamızın tımarhane ve bir çok deli olduğuna inanırsın delilğime neden inanmazsın, son ile başlangıç arasında bir sınır var onu aramaktayım, vicdanımı sarsan soruların cevaplarını araraım, son hakikati inkar etmek için hissiz veya cahil  olmalıdır, bazıları için tatminkar cevağlar olsa da teleskopların göremediği uzak alemleri görebiliyorum,  düşünürlerimizin tam çözemediği bir takım göksel alemlere seyahat ettim, ancak ruhum için gerekli gıdayı bulamadım, bir tımarhaneye bir deliyi neden çok görürsün,  anlarım ki bana üzülürsün, keşler nasıl ki ilk içtiklerinde kendilerinden geçerlerse ben de öyleyim, mezarlıkta delinin birini gördüm, elinde terazi neyi tartarsın dedim, marifeti tartmaktayım dedi, senden ricam beni unut.

Sami bu mektuplaşmadan sonra Manisa’ya dostu Raci’yi görmek belki de onu kurtarmak için gider, onu Ayn Ali (XVI. yy Bektaşi dedesi mezarlığı, günümüzde bir park) mezarlığında bir mezara yaslanmış görürken bir kadın da Raci’ya yaklaşıyordu, kadın niye geldin mezarı ziyarete mi, kadın konuşmaya başlar, seni önerdilerdi, kızım var birini sevdi de çıldırdı tımarhaneye yatırdılar yardım setse etse sen edersin dediler, Raci’nin kayıtsızlığına dostu Sami seni tanımazsam alçak olduğunu düşünecektim, peki der ben mi aklımdan kaçığım, aşkı en iyi ben bilirim, oğlan attan düşer ölür, kız çıldırır,  buna acırsın da şimdi bana acımazsın, o halde seninle çıldırmı kız ve taş parçasından farkın yok, niçinsiz vücutsun.

Raci tehlike arz ettiğinden tehlikelilerin arasına koymuşlardı, asabiyeti gidince orta yere naklettiler, burada bir havuz var, deliler de bu havuzda uluorta yıkanırlardı, çıplak dolaşırlardı, yataklar ve yemekler de kötüydü tımarhanede, öfkesine hakim olmayanlara sopa atılırdı (bunlara Güllabi denilirdi), Raci de buradan çıkmak için girişimde bulunmadı,  bir kaç deli birden bağırmaya başladılar “aynalı, aynalı” dikkatini çekti Raci’nin,  her yerde aradığı Aynalı’ydı bu.

 

Hırs-ı Câh (Makam hırsı) Delisi s. 173-174

Tımarhanedeki dostlarımın arasındasıradan nedenlerle delirenler vardı, bunların deliliği şekki mi felaket mi olduğunu bilmiyorum, bunlar arasında kendini alay beyi (albay) olarak gören biri vardı, her gün bir köşeye dalar ve düşünceye dalardı, bin kadar eşkiyası varmış sadrazamdan emir almış bu hayydutları tutarmış, benim ona yardımım üzerine padişah tarafından kırk cariye ve bir deve yükü altın vermişlermiş, bu mutlu delilerdendir.

Çifte Hafızlar s. 174-175

 Bu iki delinin biri gerçekten hafızmış, diğeri arabacıdır, akıllılar önceden beri sadaka niyetine delilere demir parmaklık ardından ikramlarda bulunurlarmış, bu delilerden gerçek hafız olan Kur’an okurken arabacı olan deli onu taklit eder, güya akıllılar da onu gerçek hafız zannederlermiş.

 

Deliliği Akıllılığından Daha Makul Bir Deli s175-177

Halkımızda bir özellik vardır, bilmediğini bilmez, ev yapmayı bilmez Mimar Sinan’ı bile küçümser, bunlardan biri üzüm bağı sahibiymiş idare hakkında bilgili olmadığı için servetinin bir kısmını kaybetmiş ziraat müfettişlerinin bilgilerine güvenmediği için kendince Doktor Kurusıkı(Ahmet Rasim’in Gülüp Ağladıkların kitabında yer alan fıkradaki tiplemenin adıdır)  gibi davranırdı.

 

Yeni Bir Manzume-i Hayalat (Hayeller sistemi )

 

Birinci Hayal (Âb-ı Hayat) s 181-188 (Rahman suresi 26.ayet yeryüzünde bulunan her şey fanidir)

Tibet memleketinde bir kasabada odun ocağı başında oturduğumu hissettim, otuz yaşlarımdaymışım, servetim fazla, fikrim iyiydi, yanında sevdiğim varmış,birinci oğlumuz yan odada hocadan ders alırken ikincisi beşikteymiş, mutluyken bir süre kendimi endişede hissettim, ya ben ölüp gitsem sevdiğim üzülecekti, fikrimi eşime anlattım üzüldü, bir tellalin bağırmasını duydum, Brahman Tabeşkâr’ın kervanı erkenden hareket edecekti, âb-ı hayatı arayacaklar, bu ölümsüzlük suyudur, içenler ölmezmiş, eşimi iknadan sonra alim Lama Ukaçi sordu aramak mı istersin evet, bazıları için azaptır ama dedi, hayatın zevki ölüm sayesindedir, onunla anlaşamadın nerdedir bu su dedim, Zulümat memleketinde, Cilve-i Zuhur dağı tepesinde Kaf dağının orda Mihnet, Firkat namında akarsu akarmış, bu akarsudanakan su âb-ı hayattır. Diğer bir âb-ı hayat varsa da o içeni öldürürmüş, bunu da sadece Dalay Lama bilirmiş, ertesi gün Brahman Tabeşkâr ile tola çıktık, seneler süren yolculuktan sonra zulümat memleketine ulaştık, bu garip memleketin sınırı karşımızda ve orada karanlık gece başlıyordu Tabeşkar “om, om” diye zikir getiriyordu, birden bir adamın huzunda bulduk kendimizi gözlerini bize dikmişti, aksakallı, önünde kırık bir bardak ve söyleniyordu, aynı nakış, aynı nefsler, aynı haller hep aynı şikayetle hasbihale başladı; “ya Rab bu derde derman yok mu, cinayetmiş, cehaletmiş , bir anı hiçi...” bu sözler içimizi deldi, olanaksız bir arzu takip ettiğimizi anlamaktan hayal kırıklığına uğradım, gözümü açtığımda Aynalı’nın kendisi değil hayali karşımdaydı kimdi dedim, senin gibi yaşamaya kanmayan biri dedi.

 

 

İkinci Hayal (Hüsn-ü Hayal) s 189-195 (Ey gül, güzel ben miyim sen misin/ey bülbül öten ben miyim sen mi)

Ben vardım ancak maddi şekilde değildir, görüyordum ancak renkelden arın şekilde bir uzay şeklinde okyanusu, ölümlülere özgü endişe de yoktu,zaman ve mekan kaydımız var olmaktan ibaretti, bir zat gördüm Hızır’ım dedi, şu durumunu göstermekle görevlendirildim dedi, bit kuleye vardık, kule cephesinden birine iki dürbün konulmuş birinin üzerinde nasut (insanlık alemi/görünen alem) diğerinde şehadet ( duyularla algılama); ilkinden baktım sakinlik ve huzur olmayan kıyameti andıran bir kasırga, hani dedim bu her şey vahit (bir) idi bu dedi bir zandı, diğer dürbün ne güzel bir manzara, temiz ve masum, sevimli bir aydınlık, ağaçlar ve hayvanlar bir de çoban gördüm, çobanı dereye giderken sendelediğini gördüm, bir ses “sular akar yavaş/ ne anam kaldı ne kardeş” dereyi geçerek fidanlıklar arasına girdi,  bir kız kendisine poğaça verdi, kızı sevdiği de belliydi birbirlerine buse kondurdular, gözümü açtığımda Aynalı bir işle meşguldü.

 

Üçüncü Hayal  s. 196-206 ( Adem nedir/ kendime sordum bir hafif içten kahkaha acaba bu cevap mıdır)

Olimpos Dağlarının eteklerinde (Yunan mitolojisinde tanrıların oturduğuna inanılan dağ) çimenler üzerinde yatmışım, kuzular vardı, köpek sürüye bakıyordu, iğrenç manzaralı adam gördüm, hareketli iskeletti, nasılsın ne haldesin, pek iyiyim Jüpiter’e (Yunanllıların baştanrısı Zeus’un Romalılardaki karşılığı tanrı) şükürler olsun, bir yere uzandı, gaflet ve cahillik iki olanaklı mutluluk dedi, yakışıklı biri yanıma doğru birinin kolunda geliyordu, bunun da arkasında iki güzel kadın da geliyordu, adamlardan biri kadınlara baktığı belli olmasın diye Ganimed (Ganimedes, Zeus tarafından Olimpos’a şarap sunsun diye getirilen kişi, Zeus çapkınlığı ile nam salmış bir çok kadını kandırarak sahip olmuş çoban çocuğu Ganimedes’i de Olimpos’a getirmişti) şarap ver dedi, kadın Jüpiter’e sarhoş olacaksın, fena mı Baküs’e ( Mitolojide şarap tanrısı Dionysos, diğer adı Bacchus) dönerim, dönmedik neren kaldı, canım Junun ( mitolojide Zeus’un eşi evlilik ve doğum tanrıçası Hera, Juno) meğer gördüklerim Olimposlulardan Zeus ve eşi Hera Zühre (mitolojide Venüs yani Afrodit), Zührenin eşi Volkan (mitolojideki Vulcanus yani topal Hephaistos), Juno kinle Zühre’ye baktı, Zühre bunu görmezden gelerek Volkan’a sırnaşır, hatta kavga ederlerken Zeus bunları ayırır, Zeus şiir okurken Venüs de dans eder, beni görüp ne yapıyorsun Jüpiter’e şükür etmekle meşgulüm, mutlu oldu, evli misin değil, evlenme dedi, karşıdan başka yolcular da gördük çom süslü birileri o da kimler Jüpiter der ki Hürmüz ve hadım ağaları, Zühre onu yakışıklı gördü, ona sulanmayın der Jüpiter, karşılayalım dedi, Hürmüz mest oldu karşılamaya, Volkan, kıskandığı için Hürmüz’ü arı şekline girerek ısırdı, bana yanaştı ve soru ne haldesin, Jüpiter’e duacıyım, ne dedi bizim Ehrimen’e benzer külhanbeyidir, Jüpiter kızdı, kavgaya tutuştular, birbirlerinin eksikliklerini söylediler, Bir de Buda’yı gördüm elinde sopayla susturdu, geliyor dedi Buda. Gözümü açtığımda Aynalı.

 

Dördüncü Hayal  (Say’ü Ceza) s. 207-219 ( Say’ü Ceza; beşeriyetin ebediyen halledemeyeceği sorunlardan biridir)

Sabah kahvemi içtiğimi hayal ettim, bir ses duydum, herkes kendisine ayrılmış rızkını insanlar arasında pay edecek meydana gelsin, ben de sosyoloji (ictimaiyat) biliminden önde gelenlerinden aynı zamanda sosyalist büyükler arasındaymışım, “Sosyoloji Hakkında Düşünce” adlı bir eser yazmışım, ancak masraflarını da çıkaramamışım “genel menfeat” ve ticarette fazilet” isimli iki eserim daha da varmış, herkes meydana toplanıyorlardı, aralarında yazarlar da vardı, bu ülkede yazarlar da fazlaymış, Pa adındaki yzazar “İnsanlığın sefaletine çareler” adlı eser yazmış onu tebrik edince bana açıklamada bulundu.

Sefalerin esasları insanların pratik akıl sahibi olmamalarıdır, bu nedenle boğaz tokluğuna çalışır, bunu anlamaya çalışırken Pat adında diğer alim şöyle dedi; Pa’ya sefalet konusunda katıldığını ancak çareler konusunda katılmadığını söyler, il ve orta öğrenim zorunlu olmalı salaklık ve akıllılık dersi de olmalıdır, tolumun %90 ilkinden %10 akıllı da oldukları için bulara yöneticilik verilmelidir, Pa zaten öyle değil mi Pan katılmaz, üçüncü alim Pata iki fikri de beğenmez, Hayvan koruma cemiyeti hayvanları korumaya çalışır, At cinsi ıslah cemiyeti ile atlarımız daha iyidir ancak kadınlara haklar verilmemektedir. Doktor Patapat buna da katılmaz, paralı müşteri başvurmazsa iyi gıdanın da bulunamayacağını söyler, Çat adındaki diğer alim 170 eser yazmışım mide fesadı nedeniyle ancak birini yayımlatabildim, hastalanmasam yayımlatamazdım der ben de yakın dedim, nerde dedi Çat böyle eserle kolay basılamayacak, Çata bey de söz aldı yanılıyorsun dedi, determizm(belirlenicilik), pozitivizm(olguculuk), immoralizm(töretanımaz) vb anlayışlar ortaya çıkacaktır. Bir şair der ki sizin yazılarınız ileride komedi eserleri arasında yer alacak deyince ahlak alimi (Çat) bayıldı, doktor onu kendisine getirmeye çalıştı, oradan ayrıldım,temiz elbise giyen birine yaklaştım, son eserini sordum isimden bir şey anlaşılmaz dedi bu sırada meydana ulaştık.

Halk farklı sınıflardan oluşuyordu, meydanın ortasında bir fırıldağa benzettiğim bir şey vardı bir kambur gelip oturdu, kamburun önünde ve arkasında da kambur vardı, bir kör getirip kamburun yanına oturttular, bu kambur felek, kör de talihmiş, az önceki alimler de geldiler, fırıldağın etrafında yerimizi aldık, kör fırıldağı döndürüyor, kamburun dağıttığından herkes nasipleniyordu, sıra yazarlara da geldi, bana ağır bir şey geldi benimle birlikte Çat bey de düşmüştü, üzerime düşen çürük domateslermiş en erdemli alimin olan Çat’ın  başına yumurtalar gelmişti, kırılmasalardı diyordu, eserinin isminden bir şey anlaşılmaz diyen efendi bizim halimizi görünce bize budalalar dedi, size altın versem de kıymetini bilmezsiniz. Kendime geldiğimde Aynalı şöyle diyordu Âlem bir deniz, sen gemi,, aklın yelkeni, fikrin dümeni kurtar kendini göreyim. Tabakta domates ve yumurrta vardı, üzerine atılan ezilmeyen domates ve yumurtalardan yaptım, der.

 

Beşinci Hayal (Zincir-i Murassa, Mücevherle bezeli zincir) s.220-223 ( Akla dair kayıtları terk et, Abdulkadir Geylani’nin sözü)

Şekerli kahvemizi Aynalı ile içmeye başlamışken hayale başladım, uçuyormuşum, doğru bir çizgi üzerinde yüklesiliyordum, gezegen ve güneşler kayboluyordu,  bir sınırda durmuşum, sonra sağa uçmaya başlamışım, benim gibi uçan birine rastladım, Pisagor’muş kendisi, bana büyük usta deme dedi, her şeyin kökeni vahdet (bir) çünkü sayıların da dedi esası birdir.  Yazmak istiyorum dedi.  Başka bir tarafta ise birini gördüm önce sordu çırağım Platon ve Aristotales’i gördün mü? Ne isterseniz dedim, burada alay edip Sofistler yoktu, onları birbiriyle takıştıracağım, şimdi anladım ki bu da Sokrates’miş, Platon dedi ki dünyada her şey sönük bir hayaldir, ben dedim hiç bir hakikat görmüyorum, çünkü burası yüce alem değil, cisim de değiliz ancak ruh-i safi de değiliz, iki bin senedir bununla uğraşırım, onunla vedalaştım, Aynalı sana kahve pişireyim dedi.

Altıncı Hayal (Karıncaların Marifeti, kitap orijinalinde Zeyl-i Âmak-ı Hayal diye geçer) s 224-230 ( İnsanın tek bildiği marifet bir şey bilmediğidir)

Kendimi karıncaların arasında karınca olarak gördüm,  etrafı şaşkınca izliyordum,  karıncaların sınıflaması insanlar gibi değildi, bunlarda sınıf farkı yoktu, yuvadaki karıncalar en azından bir kaç yüz bin kadardır, mükemmel lisanları da vardı, yuvada okullar, anbarlar, yatakhane, hapishane , sosyal ve toplanma alanları vb vardı. Düzenleri insanlara göre daha iyiyidi,  adalet dağıtma mekanizmalar da vardı, okulları büyük hapis odaları ise küçüktü, ben karınca beylerinden birinin oğluymuşum, eğitimim için önemli yedi yaşlı ve yedi ünlü alim kişileri görevlendirmişlerdi, öğrendiklerimi tatbik etmeye başlamışım, kahvaltımı getirdiler karafatma budu ve buğday, alimlerden biri şehzadem dedi, şehrimizin kuzeyinde tesadüf eden arazide atmosfer durumları değişiyor, ışık kaynağı, düzensizleşiyor.Bunlarla ilgili bir alim konferans verecek isterseniz gidelim, kalabalıkla birlikte garip şekilli araziye gitmiştik ben de hem karınca hem de insan zihni varmış, bu arazi aslında Napoli taşlarıyla örülü bir caddeymiş, alim konferans veriyor bilginlerimiz diyordu ne olduğunu anlamadılar,  derken birden bire biryağmur başladı, binlerce karıncayı boğuyordu, aslında bir ne yağmu ne selmil bu insan bakışıyla baktığım zaman iki hayvanın çişleriymiş, ben vefat edenler arasındaymışım, ulemalar sorunu çözmüştü, yağmurun oluşum nedenini buldular, uyandım yine Aynalı “ ..Ne gelen ne giden var/ ne solan var ne biten/ ne gülü var ne de diken/ bilir misin sebebi kim..”

Yedinci Hayal (Leylalı Mecnun) s.231-240

Her zamangi meşguliyetten uzaklaşınca Aynalı’nın sohbetine katılırdım, bu gün coşkunum sana ney üfleyeyim, etkilenmiş ve kendimden geçmişim, Emel şehri denilen bir yerde ünlü  ve zengin birinin oğluymuşum, şehir halkı da benimle gurrur duyarmış, on sekiz yaşına da girmişim, her sabah atıma biner ve avcılık yaparmışım, şahinimle ava giderken halk hayranlıkla beni izler, kızlar bana bakarmış, garip bir hastalığa yakalanmışım doktorlar hatta üfürükçüler beni iyileştirmeye çalışırmış, en son bir kendini insanlardan soyutlamış (münzevi) benim hastalığımın aşk olduğunu söylemiş,  kime diye sordu peder bey, şehirdeki kızları gösteriyorlar ama ben gittikçe soluyormuşum, ızdırabımı hafifletir diye sazendeler tutulmuştu. Sokaktaki tellalin kapalı sandık satıyorum ederi bin altındır bunu alan da almayan da pişman diye söyleniyormuş, ebeveynlerim satın almışlardı, ilgimi çektmiş, iki gün sonra sandığı sor da olsa açmışım, içinde bir kağıt, bu sandıktaki tasvir Maksut şehrinin padişahı Keramet’in kızı Âyine-i Aşk Banu’nun resmidir, bu güzelliğin yanında Zeliha’nın (büyük ihtimalle Hz Yusuf hikayesindeki Zuleyha) güzelliği bile boştur. Maksut  ve Cablisa şehirleri sakinleri onun aşıklarıymış, onun uğruna binlerce genç intihar etmiş, canım ilk defa yemek çekmiş ve ağlamışım, kendimi toplamış pederimden izin alarak kızı bulmak için yola koyulurken, bir meclis buraların neresi olduğu konusunda bana yol gösterecekti, kahin Maksut şehrinin Cablisi ikliminde (bölge) uzak batıda olduğunu söylediler (bizim Emel şehri doğuda idi) Kızın ebeveynlerine hediye de seçtik, bir sene zor yolculuktan sonra vardık, on gün istirahet ettikten sonra kahinle beraber sultanın huzuruna çıktık, yüzlerinde acıma belirdi,  sultan dedi ki ben onun evleveceği kişiye karışmam kendisi soru sordupu zaman cevap alırsa evlenecek, vazgeçmemi istedilerse de ısrarcı oldum, ertesi gün saraya gelmemi uygun gördüler, kahinle birlikte saraya gittik, salona davet edildim, arasında perde varmış, perdenin ortası hizasında sedire oturmaya davet edildim, ipek elbiselerin hışırtısı ve tatlı koku nedeniyle onun geldiğini anlamışım, perdeyi kaldırdılar Âyine-i Aşkpeçeliymiş, şöyle dedi; ey civan sorularıma kimse cevap veremedi, ben de vatanımda ayrılırken ya canan (sevgili) ya da memat (ölüm) diye yemin etmişim, yazık dedi,  eğer dedi olnak olsaydı sana varırdım ama mümkün değil, sorularını sor dedim, “ilk olarak elif mi noktadan yoksa nokta mı eliften çıktı ikinci olarak ne vakit oldu, üçüncü olarak elifle noktanın birliğini bilfiil ispat edebilir misin?” soruları sorunca peçesini açmış ve ben Allahuekber diyerek bayılmışım karşımda Aynalı Baba güleryüzle söylüyordu; Elif üstün e, elif esre e, elif ötre ü (Arap alfabesinin hecelemeleri).

 

Sekizinci Hayal (Leysasız Mecnunlar) s.241-251(Önceki bölümün devamı..)

Konuşmamız gereğince Aynalı ile ikindi vakti görüşüp kahve içiyorduk ben yine bayılmışım, Âyine Aşk da ah çekerek bayılmış saraya meskenime getirmişler, kahinim üzüntülü iken karar vermişim sorulara cevap veremezsem yaşamıma son verecekmişim, kahinle istişare ettik,  ancak sorulara deilik vadisi sakinleri bilir, bu memleket neresidir, her tarafta, anlamadım, öyle bir yer yoktur, her yerde de olabilir, yarın yola çıkalım dedi kahin, bir çok şehir dolaştık, bir yerde dinlenmeye başladık yorgunluktan dolayı, şafakta mezarlıktan bir kahkaha ardından “ mekansız olan iki yerim var biri vadi diğeri deliler şehri” kahin dedi ki işte bulduk, kalktık ve mezarlığa gittik, yedi kişi mezar üstünde oturmuşlardı halka şeklinde, aralarından biri ne var ezan mı okunuyor, biri de “ giremez kimse beldemize şüphe ve sıkıntı..” diğeri “ imam “kafirûn” suresini mi okuyor, diğeri “ ne garip divane ne saçmalık ne kuruntu ve ne büyü” diğeri “ sanki bülbül ötüyor”, diğeri “ ne buyruldu kahve mi?”  diğeri “dalga sedası olmalı” sonuncusu “helvacı bağırıyor galiba alsak mı?” İnsanlar din konusunda kısımlara ayrıpıp herkes kendi yolundan memnundur (Mü’minun suresi 53a ayete gönderme)

Biri bağırıyor “ne odur ne bu”, duyunca diğerleri herkes sustu, birinin huzuruna vardık elini öpmek istedik ancak güldü ve “öpmek gerekse hacerül esvedi öp(Kâbe doğusunda tavas esnasında hacıların selamladıkları parlak taş)”. Ben ey ilim sahibi deyince “ körün ünvanını arif koyarak görenin ismine divane denildi..”cevabını verdi, üçüncüye başvurduk ziyaret sebebini söyleyince “yağmur yağınca isteyen de olur istemeyenince ..” cevabı üzerine konuşamayacağımızı anladık ve köşeye çekildik, bu sefer biri bize yaklaştı ben sevindim görüşeceğiz diye hoş gelmedim dedi, adınız, değişir dedi, kimsiniz bilmiyorum dedi, usanmışım dedi, kırkıncı güne kadar sadece bir zeytin yemişim, mecnunlar toplanmış yarım hilal şeklinde toplandılar, bir deli ve bir şaşkın konuşmaya başlarlar,mecnu ey şaşkın okudun yazdın manasını anladın manayı /anlam nasıl anladın, elif- ba ile (Arap alfabesi ilk iki harf) nedir, birin iki, iknin bir olmasıdır, bunun ismi  kelime-i tevdit (İslâmın ilk şartı) nasıl tevhit edilir, bölünme ve birleşmeyle,  nasıl iki olunur,  tevhidde neden iki hadd (İslami terminolojide/fıkıhta iki şeyi ayırmak) var (birincisi Allah’ın bir, ikincisi Hz Muhammedi’in elçisi olması) birisi dedi ikrar (onay) diğeri inkardır (red) bu sebeple iki haddin hakikati birdir, eğer had olsa o vakit ikilik olurdu buna ne derler, üç ismi var dedi, sanat-ı hilkat  (yaratma sanatı), cilve-i zuhur  (ortaya çıkma tecellisi) ve mel’abe-i vahdet ( birlik oyunu), bu ne zaman olmuştur, zaman, hadd-i inkardır, vücutta zaman olmaz an olur, an nedir, inkarın özüdür, Elif ba ne demek, alemlerdeki oluşlar, hangisi asıldır, elif, neyin aslı vücudun mu şuunun (fiil)  mu?, şuunun, elifin aslı nedir, nokta, vücudun ıtlak ettiği (salıverme) elif mi nokta mı, nokta, suskunvarlık elif ile natıktır (konuşan), öyle mi vücut dedi iki türlü mü, hayır elif ve nokta birdir, elif nasıl oluştu, bu meseledir, söze sığmaz, örnek göster, eşi benzeri olmaz, örneğe (misal) zaman ve maken kaydından etkilenmeyenler anlarlar, örneğin sermayesi nedir, arı, arı ne yapar, balı, sevdirmek için, başka, balmumu yapar bildirmek için, mecnun son derece memnun oldu, ariflerin tacısın dedi, son sorum var dedi, örneği göster dedi, ben hayretteyim, Âyine-i Aşk’ın sorularının cevaplarını almışım, bunu düşünürken şaşkın cebinden bir balmumu çıkardı, oradakilere işte dedi nokta, bunu ısıttı ve elif dedi, mecnun sordu elifin başka ismi var mı, evet ancak onu sadece kulağına söyledi, işte dedi leylasız mecnun oldun, ben gözümü açtığımda Aynalı.

 

Aynalı’nın Uzlet-i(Tek Başına) Ebedisi s. 252-268

Ruhumda acılık ve keder hissettim, Aynalı’ya uğradım, ben dedi göçüyorum,  sana yarın bir hatıra vereceğim, ağladım, bağrına bastı, sanki rüya görüyorum, neticede vefat etti, bedenini defnettik, hatıratı aklıma geldi kulübeye gittim, hurcun içinde biri büyük  ikisi küçük üç cezve, dört-beş fincan, el yazması Kur’an ve cep defteri vardı, yazısı çok güzeldi.

Saadet

Her insan ve hayvan bile alemlerinde saadete başlar, İnsan nedense yaratılıştan bir çok şeye malik olur, saadet nedir, bilen yoktur, mecnunlar mutlu sayılabilirler, “K” şehrindeyim  zamanın gereği herkesle iletişideyim, insanları gözlüyorum, bu memlekette üç kişi dikkatimi çekti, imam, diğerleri tekkesi, şethi olan zatlardı olgun değillerdi,  İmam Ezher’de (Mısır’da dini ilimler verem medrese) eğitim görmüş, şeyh efendi ise babadan miras aldığı tekkenin geliriyle iyi yaşam sürerdi, imam her şeye itiraz eder, kıyamete az kaldığını düşünürdü, kendisini beğenirdi, köylüye faizle para vermekten geri durmazı, şeyh cinleri kovmakla iştigal ederdi, asıl kişi üçüncüsü idi. Dolaştığım yerde Hamdun adlı marangoz dikketimi çekti,  30-40 yaşlarında, şendi,  selamımdan sonra dükkanında iskemleye oturdum, hürmetle karşıladı, kahve oğulları vasıtasıyla ısmarladı,  insan diyordu boş oturmamalı, bizim iş kol kuvvetiyledir, üç oğlundan büyüğü yir yaşlarında iyi marongoz ustası oldu,  Yahudi sanatkarları bile geçecektir, ona bir mecidiye yevmiye veriyorum,  şaşırdım baba oğluna yevmiye verir mi elbette dedi verilmezse angarya olumuş,ortancasına on kuruş , artık kalfa olduğundan bunu on beş kuruşa çıkaracağım, küçük oğlan yirmi para alıyor, dikkatsiz olduğu için bir kuruşa çıkarmıyorum yevmiyesini, ev masraflarını birlikte mi karşılıyorsun, hayır dedi biriktiriyorlar,  büyük oğlum biriktirdiği parayla kendi dükkanını açacak, evlendireceğim, torun seveceğim dedi, zengin misin çocuklarının ve kendisinin kollarını kaldırtır, bal sekiz el bundan büyük zenginlik mi var, usta iş hayatını anlattı nasıl ustasından para aldığını bunu pay ettiğini kendisine harçlık, ailesi için bir kısmını biriktirdiğini ihtiyaç sahiplerine de verdiğini. Ben şaşırmış durumdayım, Allah rahmet etsin dedi ustama, Allah dedim karına ve çocuklarına sağlık versin deyince mutlu oldu, nasıl ömür geçirdin, erken kalkarız, kahve içip çalışmaya başlarım, oğullarım gazeteyi alır ve bana okurlar, mektebe ahlaksız olmamalrı için göndermedim ancak kendilerine ders aldırdım,  hocaların uygun gördükleri kitapları aldık,  öğlen bir buçuk saat dinleniriz, akşam dükkanın kapatırız, şehirde biraz gezinti de yaparız,  her Cuma bahçemizde kır alemi yaparız, hülasa elhamdülillah.

Bir Kahve Alemi

“?” senesinde Filistin’in “?” şehrindeyim sıcak bir gün havadarlığa rağbet edilen “?” mevkisine (yerine) zeytin ağaçları arasında yol aldıktan sonra “?” mevkisinde bir çok kişinin sıcaktan bunaldıklarını görüuormuşum, zararsız delileri sevdikleri için beni davet ettiler ancak ben onlara rağbet etmedim, kahvelerden birinin önünden geçerken bir Rum garson (buralardaki kahveleri Rumlar işletirmiş)  koşarak geldi lehçeli Türkçe ile Aynalı Baba, seni beyler bekliyor dedi, kimler Diyavolo (Diabolo,şeytan) ne biliyim kimler, şu ağacın altındalar, yürürken yorulduğum için dinlenmek de istediyim için icabet ettim, aynalı halimle ve yabancılığımla biliniyormuşum,  bu beylerin resmi memurlar olduklarını tanıdım/anladım; şimendifer komiseri, idadi müdürü, bayındırlık mühendisi, üç idadi öğretmeni, beni görünce alaycı şekilde ayağa kalkarak heçşehrimiz Aynalı Sultan, Aynalı Baba, Hacı Aynalı buyrun diyerek karşıladılar, ben de uygun cevaplarla kanepeye oturdum, garson geldi onların da teklifi ile nargile istedim,  garsona ne içerse getir dediler, vermut (alkolle harmanlaşmış baharatlı şarap) dedi garson; garson beyler vermut içecek sen deyince on bir palamut (zararsız, tuhaf bir deli demiş; etraftaki ecnebi kadınların dikkatini çeken aynalarla beraber üçüncü onluğa aldığım horoz şekerleri) deyince Türkçe bilenler güldüler, bilmeyenler öğrendikten sonra  güldüler.

Vermutu içtim, İngiliz veya Amerikalı bir kadın bana dondurma ısmarlayınca ben de ona garsonla şeker göndermişim, bir çok madan bana bir şeyler gönderdi, karşılığı şeker verdim, sonra horoz gibi öterek kalmışım,  ikramlara karşı şekerlerim bitince af dileyip horoz gibi öttüyümü söyledim, onlar bana gülüyor ben de onların salaklığına, derken kör bir kadınla ona refaket eden bir kız geldi, kadının durumuna üzülerek, deliliğimi bir kenara bırakarak önce Türkçe sonra Arapça, Fransızca ve Almanca’yla hanınlar beyler, bu sefile sadaka veriniz, sadakaları bizzat ben toplayıp ona verdim,  bu olay üzerine beyler alayı bırakarak bana cidden hürmet ettiler, ancak benim işime gelmediği için kahveden ayrılmak istesem de yemeğe kalmaya zorladılar,  yemek yerken , müdürkulağıma eğilerek, bu pejmürde kılık altında tahsil gören kâmil (olgun, tasavvufta ergin kişi) insan kadına yardım hareketin hepimizi etkiledi, bu kıyafeti neden seçtin, azizim dedim başkası sorsaydı delice cevap verirdim, lakin sizde gördüğüm saf ve temizlik gördüğüm için insanlardan o kadar ihanet gördüm ki oböyle davranmaya başladım, bu da size bir fayda olsun, vedalaşarak oturduğum “?” yere gittim.

İksir-i Şebap (Gençlik iksiri)

Suriye’nin “?” şehrinde “?” mahallesinde “?” isimli cömert bir zat varmış,  hatta servetini eritme noktasına bile gelmiş, orta halli biri olmuş, bekar olduğun halde altmış yaşından sonra evlenmeyi düşünmeye başlamıştı, altı ay önce memlekette bir facia duyulmuş, bir oğlan yeterince terbiye almadığından anne ve babasına görevlerini yapmaz olmuş, bu ailnin kızları da erken yaşlarda çapkınlık yapmaya başlamış, fakir bir ailenin oğluyla evlendirmeyi şeklen istemiyrmuş gibi davranmış,  bir gün bu fakir genç kaybolmuş ve cesedi kuyuda bulunmuştu, intihar olduğu söylendi, bu çapkın(kitapta yosma diye geçer) kız “?” beyi ile evlendireceklermiş, aslında kızın babası da kızını “?”  bey ile evlendirerek yaşlı olduğundan mülküne de el koymak istemiş, “?” adlı mevkide “?”  Ağa’nın berber dükkanına gittim, haberin var mı siye sordu, “?”  nişanlısı “?”  hanım kendisini görmek istemiş  bu bey de bena gelecek oana bakım yapacağım, aktardan da barut çalışmadığı için şeytan boku (hap) hazırlayacakmış, sen hiç denedin mi tadı fenaymış, yetmiş beşinde biri on beşindekiyle mi olmaz, mezarcı mezarını daha derin kazmalı,  çünkü kız onu aldatacağı için boynuzları da gömmeli. Arazide bir eşek görmüşüm ona medeniyet yuları taktım zorla yürütürken çocuklar beni takip etti, “?”  beyin konağı önünden geçtikten sonra meydana ulaştım, “?”  pencereden seyrediyor, eşeği yıkadım, parlatmaya çalışınca, “?”  başağası geldi nedir dedi bu iş; dedim eşek yirmi dört yaşında dedim beş yaşında dişi eşeğimle dölleyeceğim dedim, zavallı eşeğin tüyleri dökülmüş,  kemikleri çıkmıştı, vernikli boya boyadım dişi eşeğim etkilenecek dedim,  sıpa gibi oldu dedim, şeytan boku da alacağım ona at gibi olacak;

 “?” Bey yaptığın akıllıca değil dedi, bazı yaşlılar da böyle yapıyor dedim, ihtiyarlar kendilerini aldatıyorlar, Gelelim “iksir-i şebab”a insan hayatı kısımlara ayrılmıştır, bu iksir orta yaş grubuna fayda edebilir, dişi eşek buna aldansa da zamanla ne olduğunu anlayıp onu terk edip başkasına gidecek, “?”  Bey düşünceli sen deli değilmişsin veli imişsin dedi, düğünden vaz geçti,  ölmek üzere Aynalı beni rezalatten kurtardığın için sana borçlandım, mirasıma konup çarçur edeceklerdi, şimdi mirasımı yetimhane yapılması için vasiyet ettim. Allah rahmet eylesin.

 

Ek Dokuzuncu Hayal Zincir-i Murassa Nasîb-i Âlem s.278-287 (NOT: 1925 baskısındaki iki bölüm iç içe  olduğu için okumanın sürekliliği için ek olarak verilmiştir.)

 

Aynalı ile oturmuştuk, kahve içmeye başladık sonra yükseklere doğru uçmaya başlamışım, bir yere gelmişim irademi kaybetmişim dinlenirken birine rastladım, Pisagor’muş,  düşünmek ve yazmak istiyorum dedi, bir süre sonra birine selam verdim selamı almadan önce öğrencim Platon ve Aristotales’i gördün mü soran da Sokarates’miş, neden dedim sofistler hazır yokken Platon ve Aristotales’i tartıştırıp eğleneyim,  deva ettim Platon’a rastladım,  dünyada değilsek de saf ruh değiliz dedi, iki bin senedir burda olduğunu söyledi, hoş ça kal dedi ve gitti.

Aynalı kahve yapıp içtikten sonra tekrar uçuşa geçmişim, bir çok gölge var, yazarlar, edebiyatçılar, şairler, hakimler vb vardı, bu uzay hakkında kimse bir şey söyleyemiyormuş, Çata adlı edebiyatçı dedi ki ahlakçı dedi yanılıyorsun değerli eserleriniz herkesçe kabul edilecek ve ölmez eserler olacak, biri yazı yazacak bir şey kalmadı, hayatı makine , ruhu hayal, vicdanı adi bir irsiyet ibaret görmek ve yaşamak değil midir?  Nutuk devam ederken sahaya yaklaştım, sözü edilen kişi nedeni belli olmayacak şekilde yere düştü, doktor onu muayene etti,  mide boş dedi, eşitlik yok, her şeye vergi var.

Ucu gelmeyecek münakaşadan uzaklaşmışım, temizce giyinmiş bey ayakta imiş o dahi bir yazar ve debiyatçı imiş,  eserin adını sordum ancak ne önemi var ki dedi,  halk küme küme idi, meydana ulaştım, meydanda yüksek bir yer varmış, bir kambur ancak hem önünde şeffaf bir kabur, sırtında da başka bir kambur varmış, bir kör de getirdiler meydana,  fırıldağın yanına getirdiler, bu dedi birisi kambur felek, kör de talihtir, herkesin nasibi kendine düşüyordu, ben memurlar ve yazarlar arasındaymışım, kambur herkese bir şey atıyormuş, bana atılanın etkisiyle ben ve Çat bey de yere kapaklandı,  çürük domatesmiş bana atılan, salçalandım derken,  Çat beye yumurtalar düşmüştü, bari kırılmasaydı dedi,  bu sırada eserinin adının önemli olmadığını söyleyen zat yumurtayla domatesi yeyi dedi, ahlak yazarı açlıktan üzerime atlayıp domatesleri yemeye başladı, gözümü açtım Aynalı elinde tabakla geliyordu, üzerine atılan bozuk olmayan domateslerden ve arkadışına atılıp kırılmayan yumurtalardan  nasiplenelim dedi. Âlem, devrân, yine o âlem yine o devrândır dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça:

1. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi (2024), A’mâk-ı Hayal, İstanbul: Turkuaz Kitap

2. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi (2024), A’mâk-ı Hayal, İstanbul: Ötüken Neşriyat

3. GÜVEN,Mustafa Salim, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ve Arûsiyye Tarîkatı, Tasavvuf, 33 [2014/1], s. 57-94

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

A'mâk-ı Hayal (Hayal Diyarında) kitabının özeti

          A'mâk-ı Hayal   ( Hayal Diyarında)  kitabının özeti   Kitabın Yazarı: Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi     Şehbenderzâde Fil...